Benim Adım
Kırmızı 1591 yılında, İstanbul’un on karlı kış gününde, Atmeydanı, Bayezid,
Edirnekapı, Cibali gibi İstanbul merkezlerinde geçen tarihsel, aşk ve polisiye romanıdır.
Kitabın arka kapağında romanın dokuz kış gününde geçtiği yazılıdır fakat bu
yanlış bir bilgidir. Orhan Pamuk, kitabın kapağında neden on gün yerine dokuz
gün yazdığı konusunda “Aslında kitabım on günde geçer. Arka kapakta dokuz
yazıyor çünkü on sevmediğim bir rakam. Şunu dokuz yapayım dedim. Bir de
tuzaktır bu. Her kitabımın arka kapağında bir yanlış vardır. Orada
eleştirmenleri yakalarım” (Akman,
1999: 9) der. Pamuk’un 16. yüzyıl Osmanlı’sını seçmiş
olmasının sebebi ise Osmanlı resminin iyi ürünler vermesi ve İslam’ın tıpkı
romanda söylendiği gibi bininci yılı olmasıdır. Roman on gün kadar kısa bir
sürede geçtiği için zaman açısından minimalist bir romandır. Kitap bittikten
sonra kitabın içeriğini, anlatılışını, derinliğini, heyecanını, mizahını,
araştırma yoğunluğunun zenginliğini kısacası size yansıttığı rengi özlüyorsunuz.
Doç. Dr. Fethi Demir, bu romanı yazarın postmodern romanlarıyla (Kara Kitap,
Yeni Hayat) tematik romanlar arasında bir geçiş olarak görmüş. Kitap 470 sayfa
ve elli dokuz bölümden oluşuyor.
Orhan Pamuk, bu
eserini kızı Rüya’ya ithaf etmiştir ve ithaf bölümünde Kuran’dan romandaki
üç kurguyu destekleyen üç alıntı alınmıştır.
“Bir adam öldürdüler ve aralarında tartıştılar.” Roman
zaten bir cinayete kurban giden ölünün anlatımıyla başlamaktadır. Bu alıntı
romanın polisiye kurgusuna vurgu yapmaktadır.
“Körle gören bir olmaz.” Romanın bütüne yayılan eserin
sanatsal damarını hissettirir.
“Doğu da Batı da Allah’ındır.” Romanda nakkaşların Frenk
(Batı) ve Acem (Doğu) üslupları karşılaştırılmıştır. Bu alıntı romanın sanatsal
kurgusuna resim üzerinden değinmektedir.
Bu üç alıntı okuyucuya eser başlamadan kurgunun kaç
başlıkta ilerleyeceğini haber verir.
Bölümler
bazen kavramlar, bazen kişiler bazen de hayvanlar veya nesneler (köpek, ağaç,
para,...) tarafından anlatılarak teatral bir atmosfer oluşturuluyor. Bu anlatım
aslında başka bakış açılarıyla romandaki durumların, olayların nasıl gözüktüğü
merakını gideriyor. Bu durum Orhan Pamuk okuyucunun farklılığına göre romanı
anlatım bakımından çok sesli yapmıştır. Birkaç çeşit okuyucuya ulaşılmıştır.
Hatta anlatımlarının içinde okurun fikri de sorularla sorgulanırken, aslında
okuyucu anlatımın içine katılmıştır. Anlatıcıların çokluğu renkli, çoğulcu ve
masalsı bir ortam yaratıyor. Altı yıl gibi bir süreçte yazdığı Benim Adım
Kırmızı’da Orhan Pamuk Yeni Hayat’ta olduğu gibi ilk bölüm başlığı ve bu bölümün
ilk cümlesiyle sizi kitabın içine alıveriyor: “Şimdi bir ölüyüm ben, bir ceset,
bir kuyunun dibinde.”. Kuyunun dibinde bir cesedin anında neler hissettiğini,
neden orada olduğunu merak ediyorsunuz ve ceset bu merakınızı anlattıklarıyla gideriyor.
Benim Adım
Kırmızı, Padişahın’ın gizlice yaptırdığı, içinde Frenk tarzı resimler içeren
kitap yüzünden işlenen cinayetleri anlatan, bunun yanında on iki sene önce
reddildiği halde bir erkeğin devam eden tutkulu aşk hikayesini de işleyen,
Doğu-Batı çatışmasını nakkaşların, eserlerin dilinden de detaylı anlatan bir
romandır. İç dünyalar, düşler, kabuslar, cinsellik, tarih, sanat, cinayet
okuyucuya ancak bu kadar hayal ettirilebilir. Romanı okurken aynı anda olagelen
üç kurgudan merakınızı gidermeye çalışıyorsunuz. Cinayet olayı ne durumda? Kara
ile Şeküre’nin ilişkisinde bir değişiklik var mı? Nakkaşlar üslup ve
sanatlarını icra etmek için neler yapıyorlar ve onların Doğu-Batı geçişindeki
düşünceleri, itirazları, kabulleri neler? Bu birbirleriyle alakalı üç kurgusal
döngüde kitabı okumaya devam ediyorsunuz. Kurgular yatay bir şekilde ilerliyor,
düzlemsellik hissettiriyor. Özetlemek istersek, kitabın konusu şu şekildedir: Dönemin
Padişahı, hicri takvimin 1000. Yılında Venedik Doç’una hediye etmek için Enişte
Efendi’ye alemi Frenk sanat anlayışıyla yansıtan resimli bir kitap
hazırlamasını emreder. Enişte Efendi Padişah’ın emri üzerine Zarif, Kelebek,
Leylek, Zeytin takma adlı nakkaşları gizlice evine çağırarak bu kitabı bitirmeye
çalışır. Ben Ölüyüm diye başlayan ilk bölümdeki ceset Zarif Efendi’ye aittir.
Öldürülmüştür. Zarif Efendi, Frenk usulleriyle çizilen minyatürlerin dine
aykırı olduğunu belirttiği, yolunu takip ettiği, bağnazlık içinde gösterilen ve
etrafına korku salan Erzurumi Nusret Hoca’ya bunu söyleyeme ihtimali olduğunu
hissettirdiği için öldürülür.
Enişte
Efendi’nin Şeküre isminde evlenmiş, iki erkek çocuğa sahip, kocası birkaç senedir
seferden dönmemiş bir kızı vardır. Şeküre değişken, kendi kararlarını alıp
onları uygulayabilen, gizemli, çekici, duygu karmaşalarından net kararlarla
çıkan ve bunlarla baş edebilen güçlü bir kadındır. Pamuk, kendisinin de Şeküre
gibi kararsız olduğunu dile getirir (Oran, 1999: 12) ve “Şeküre’nin bir konuda
karar veremeyen, kendi kararsızlıklarını sonra usta bir siyasete çeviren yanı
var ya, o benim işte” (Akman, 1999: 9) der. Şeküre kendi içinde yaşadığı
duygusal gelgitleri olmasına rağmen etrafını kontrol altına alabilmeyi çok iyi
bilen ve tüm bunları lehine çeviren bir karakterdir. Enişte Efendi’nin eşinin
yeğeninin ismi ise Kara’dır. Kara on iki sene önce aşık olduğu Şeküre
tarafından reddedilince Doğu’ya gider, oralarda hattatlık işini sürdürür ve Zarif
Efendi’nin öldürülmesi ile birlikte Enişte Efendi tarafından İstanbul’a çağrılır.
Kara cinayet ile ilgili araştırmalara başlar. Bunu başarıya ulaştırdığında
Şeküre’ye kavuşacağını hisseder. On iki yıllık süreçten sonra olgunlaşarak ve
birikim sahibi olarak daha güçlü bir şekilde geriye dönmüştür. Bu arada Enişte
Efendi de Zarif Efendi’yi öldüren kişi tarafından öldürülür. Şeküre tekrar
kaynı Hasan’ın yanına dönmemek için Kara’dan bir an önce kendisiyle evlenmesini
ister. Enişte Efendi’nin ölmesi, Şeküre’nin kaynı Hasan’ın Şeküre’yle evlenme
isteği, Padişahın da başnakkaş Üstat Osman’la birlikte Kara’yı bu nakkaş
cinayetini çözümlemesi için yaptığı baskı işleri karmaşıklaştırsa da katil
bulunur. Bu arada Kara ile Şeküre ve Hasan ile Şeküre arasındaki mektupları
getirip götüren eğlenceli, canlı bir Yahudi bohcacı Ester karakteri de vardır. Kendi
dramını arka plana atıp, başkalarının hikayelerini canlı hale getiren bir
karakterdir. Hasan ise Kara ile yarışan, Kara’ya engel teşkil eden bir karakter
olarak romanda aşk çatışmasında gözükür. Romanda altı ve yedi yaşlarındaki
Şeküre’nin oğulları olan Orhan ve Şevket Pamuk’un kendine hayatından romana
kaydırdığı karakterlerdir. Romandaki Şeküre’ye Pamuk annesinin adını verirken
bu iki çocuğa da kendisiyle ağabeyinin adlarını vermiştir. Aslında Pamuk bir
nevi kendi çocukluğundan kalan bazı kareleri Osmanlı’nın o yıllarına
taşımıştır. Şevket babasının yokluğundan ötürü güçlü, otoriter, kendini haklı
bir karakter olarak gösterirken; Orhan daha zayıf, küçük ve insancıl
düşünendir. Yani çok farklı karakterlerdir. Orhan abisinden Dayak yiyip
annesine sığınan bir kardeştir. Pamuk, bu iki kardeşin dengesini romanda çok
iyi kurar. Orhan’ın roman sonunda anlatıcı olduğunu anlayıp, Şevket’in de hiç
konuştuğuna şahit olmayınca aradaki dengenin ne kadar iyi kurulduğunu hissederiz.
Romanda nakkaşların gidip geldikleri bir de kahvehaneden
söz edilir. Bu kahvede meddah nakkaşlarca da yapılan bir resmi yüksek bir yere
asar ve onu dillendirir. Dillendirilen ağaç, at, köpek gibi varlıklar, ölüm,
şeytan, kırmızı gibi kavramlar insanlar tarafından dinlenir. Tüm bu varlıklar
ve kavramlar Padişah’ın istediği gizli kitapta yer alacaktır ve romanın aslında
bazı bölümlerini birleştirmektedir. Şöyle bir durum da vardır. Enişte Efendi bu
gizli minyatürü nakkaşlara yaptırırken onları tek tek eve çağırmış ve hiç bir
nakkaş diğerinin yaptığı resmi görmemiştir. Orhan Pamuk da biz okuyucuya aynı
durumu yaşatmıştır. Bu kavram ve varlıkları tek tek ayrı bölümlerde habersizce
okumuş oluruz. Yazar okurda Enişte Efendi’nin resmettirdiği hikâye aslında
okumakta olduğumuz romandır yanılsamasını yaratmıştır. Roman,
Enişte’nin gizli minyatürlerinin öykülendirilmiş biçimidir.
Romanın merkezi nakış ve resimdir. Bunlara bağlı olarak
boyut, perspektif, renk, derinlik de bol bol tartışılmıştır. Nakkaşlar arasında
gerçekliğin nasıl anlaşıldığı ve ifade edildiği ve üslubun nasıl yansıtıldığı
çok tartışılan konular olmuştur. Müslüman bir sanatkarın gerçeği nasıl
algıladığı, ifade ettiği ve resimlediği, üslup sahibi olup olmayacağı hikayelerle
anlatılmıştır. Doğu ile Batı’nın resim ve sanatı karşılaştırılmıştır. Batı için
merkez insandır ve her şeye insanın seviyesinden, merkezinden bakar, yorumlar.
Doğu ise gördüğünü değil baktığını resmeder, acizliğini, eksikliğini bile bile
gördüğünü inancına göre yorumlayıp resmeder. Orhan Pamuk, Enişte’nin
konuşmalarıyla “görmek”le “bakmak” fiilleri arasındaki farkı anlatır. Görmek
anlık bir algı, bakmak ise sorgu, yorumdur. Enişte’ye göre bir gün Doğulular da
aklın görmesinden çok gözün görmesine kayacaktır. Bir alemin sanatı bitecektir.
Meddah tarafından konuşturulan Şeytan bile Frenk usullerini bir küfür olarak
görür ve bu usullerin putperestliğe meylettirdiğini belirtir.
Bu arada nakkaşhanelerdeki
alet ve malzemelerin, sultanın hazinesinin içinin betimlemeleri son derece
detaylıdır. Padişahın hazinesinin içinde ne olduğu da merak uyandıran
betimlemelerdendir. Yaşanılan evlerin içleri, dışardan izlenen İstanbul’un
görünümü, on iki yılda bile değişen İstanbul’un eskiye göre farklılıkları detaylı
anlatılmıştır.
Romanda Divan
Çavuşu (bir nevi diplomat) olan Enişte Efendi, Avrupa’yı gezmiş, gelişmeleri
takip etmiş, geleneksel nakşın savunucusu, Doğu’yu temsil eden, muhafazakar
başnakkaş Üstat Osman’la karşı karşıya getirilmiştir ve Batılılığın,
yenilikçiliğin tarafındadır.
Romanda
üst anlatıcı durumundaki meddah, dönemin sosyal, siyasi, ekonomik durumlarına
nesneler, varlıkların resimleri üzerinden değinir. Romanın sonunda Erzurumlu
Nusret Hoca’nın müritleri tarafından da öldürülür.
Orhan
Pamuk’un roman içinde anakronizmlerine de rastlanmıştır. Anakronizme herhangi
bir olay ya da varlığın içinde bulunduğu zaman dilimi ile kronolojik açıdan
uyumsuz olması durumudur. Şeküre’nin feminist düşüncelerinin olması
feminizm akımını o yüzyıldaki bir kadın beyninde canlandırmıştır. Erzurumî Nusret Hoca’nın ortaya çıkan tüm
kötülüklerin Kuran’ı Kerim’den uzaklaşmayla ilgili olduğunu açıklaması bugünü
de vurgulayan Mahalle Baskı’sına bir göndermedir. Meddahın köpek resmi
üzerinden köpeğe söylettirdiği “Frenk gâvurlarının ülkesinde zaten her köpeğin
bir sahibi varmış. Zavallı köpekler boyunlarında zincir, en sefil köleler gibi
zincirlenmiş olarak tek tek sürüklene sürüklene sokaklarda gezdirilirlermiş” ifadesi
bir anakronizmdir. O dönemde Avrupa’da köpek besleme alışkanlığı yoktur, köpekler
sadece avlanırlar.
Orhan
Pamuk’un Benim Adım Kırmızı adlı eserinin renkliliği, çok sesliliği, araştırma
derinliği, heyecanlı ve merak uyandıran kurgusu, gerçekliliği, kurgusunun
renklerle, resimlerle öykülendirilip Kuran-ı Kerim’den alınan üç alıntıyla
hissettirilmesi bu romana hayran olmamızı kolaylaştırıyor. Orhan Pamuk’a bu
eseri bize okutturabildiğinden dolayı teşekkür etmekten başka yapacak birşey
kalmıyor.
Bu
romanıyla ilgili araştırma yaparken bir de Orhan Pamuk’un bir röportajına rastladım.
Okumak isterseniz ilgili linki sizinle de paylaşmak isterim: http://earsiv.sehir.edu.tr:8080/xmlui/bitstream/handle/11498/37172/001520113006.pdf?sequence=1
Bu romanla
ilgili blog yazımı bu romandan yaptığım bazı alıntılarla bitirmek istiyorum.
.... insanların
yüzlerine baktıkça görüyorum ki ellerine daha cinayet işleme fırsatı geçirmemiş
oldukları için pek çok kişi masum zannediyor kendini.
Sanatta hayal kırıklığına uğramak
istemiyorsan eğer, sakın onu mesleğin olarak görme. Ne kadar hünerin ve
yeteneğin olursa olsun parayı ve iktidarı başka yerlerde ara ki, hüner ve
emeğinin karşılığını alamayınca sanata küsmeyesin.
Bir sevdikleri ölen insanların, kendi
tecrübemden bildiğim bir huyları, evlerinde geri kalan her şeyin eskisi gibi
sürmekte olduğuna bakıp teselli bulmaları ve perdelerin, örtülerin, gün
ışığının her zamanki gibi gözükmesine kanıp, Azrail’in sevdikleri insanı çoktan
alıp götürdüğüne zaman zaman inanmamalarıdır.
Yüreğimin ne dediğini anlayamadığım için
mutsuzum ben.
Bir mektup, diyeceğini yalnız yazıyla demez.
Mektup, tıpkı kitap gibi koklayarak, dokunarak, elleyerek de okunur. Bu yüzden
akıllı olanlar, oku bakalım, mektup ne diyor derler. Aptallar ise oku bakalım,
ne yazıyor derler. Hüner yalnız yazıyı değil, mektubun tümünü okumakta.
Çocukluğunda yediği dayakların altında kalıp
ezilenler, onlar hep ezik kalırlar.
Kimse kimseye güvenmiyor, her an
karşısındakinden bir alçaklık bekliyor herkes.
Kendini korumak için aklını sürekli
çalıştıran benim gibi birinin mantığıyla değil, mantıksızlığıyla anlaşılacak
bir şey olmalı aşk.
İçinizde kalbinize nakşeylediğiniz bir
sevgilinin yüzü yaşıyorsa eğer, dünya hala sizin evinizdir.
Zeytin yağında kızarmış kırmızı biberin
kokusunu, şafak vakti durgun denize yağan yağmurları, açık pencerenin kenarında
bir an bir kadının belirişini, sessizlikleri, düşünmeyi ve sabrı severim.
Kendime inanırım ve çoğu zaman benim hakkımda söylenenlere aldırmam.
Saf kalmak isteyenin yapacağı bir şey ve
kaçacağı bir yer vardır her zaman.
Biz Ademoğulları, vicdanımız ve aklımızla bir
şeyin çirkin ve yanlış olduğunu bilmemize rağmen o şeyden çok zevk de
alabiliriz.
Aradığın şeyi yüreğinle arıyorsun. Oysa
aklınla karar vermen gerekir.
Sarılmasını bilen adam iyi adamdır.
Hayal kurmazsan zaman hiç geçmez.