22 Haziran 2020 Pazartesi

Benim Adım Kırmızı / Orhan Pamuk




Benim Adım Kırmızı 1591 yılında, İstanbul’un on karlı kış gününde, Atmeydanı, Bayezid, Edirnekapı, Cibali gibi İstanbul merkezlerinde geçen tarihsel, aşk ve polisiye romanıdır. Kitabın arka kapağında romanın dokuz kış gününde geçtiği yazılıdır fakat bu yanlış bir bilgidir. Orhan Pamuk, kitabın kapağında neden on gün yerine dokuz gün yazdığı konusunda “Aslında kitabım on günde geçer. Arka kapakta dokuz yazıyor çünkü on sevmediğim bir rakam. Şunu dokuz yapayım dedim. Bir de tuzaktır bu. Her kitabımın arka kapağında bir yanlış vardır. Orada eleştirmenleri yakalarım” (Akman,

1999: 9) der. Pamuk’un 16. yüzyıl Osmanlı’sını seçmiş olmasının sebebi ise Osmanlı resminin iyi ürünler vermesi ve İslam’ın tıpkı romanda söylendiği gibi bininci yılı olmasıdır. Roman on gün kadar kısa bir sürede geçtiği için zaman açısından minimalist bir romandır. Kitap bittikten sonra kitabın içeriğini, anlatılışını, derinliğini, heyecanını, mizahını, araştırma yoğunluğunun zenginliğini kısacası size yansıttığı rengi özlüyorsunuz. Doç. Dr. Fethi Demir, bu romanı yazarın postmodern romanlarıyla (Kara Kitap, Yeni Hayat) tematik romanlar arasında bir geçiş olarak görmüş. Kitap 470 sayfa ve elli dokuz bölümden oluşuyor.

Orhan Pamuk, bu eserini kızı Rüya’ya ithaf etmiştir ve ithaf bölümünde Kuran’dan romandaki üç kurguyu destekleyen  üç alıntı  alınmıştır.

“Bir adam öldürdüler ve aralarında tartıştılar.” Roman zaten bir cinayete kurban giden ölünün anlatımıyla başlamaktadır. Bu alıntı romanın polisiye kurgusuna vurgu yapmaktadır.

“Körle gören bir olmaz.” Romanın bütüne yayılan eserin sanatsal damarını hissettirir.

“Doğu da Batı da Allah’ındır.” Romanda nakkaşların Frenk (Batı) ve Acem (Doğu) üslupları karşılaştırılmıştır. Bu alıntı romanın sanatsal kurgusuna resim üzerinden değinmektedir.

Bu üç alıntı okuyucuya eser başlamadan kurgunun kaç başlıkta ilerleyeceğini haber verir.

Bölümler bazen kavramlar, bazen kişiler bazen de hayvanlar veya nesneler (köpek, ağaç, para,...) tarafından anlatılarak teatral bir atmosfer oluşturuluyor. Bu anlatım aslında başka bakış açılarıyla romandaki durumların, olayların nasıl gözüktüğü merakını gideriyor. Bu durum Orhan Pamuk okuyucunun farklılığına göre romanı anlatım bakımından çok sesli yapmıştır. Birkaç çeşit okuyucuya ulaşılmıştır. Hatta anlatımlarının içinde okurun fikri de sorularla sorgulanırken, aslında okuyucu anlatımın içine katılmıştır. Anlatıcıların çokluğu renkli, çoğulcu ve masalsı bir ortam yaratıyor. Altı yıl gibi bir süreçte yazdığı Benim Adım Kırmızı’da Orhan Pamuk Yeni Hayat’ta olduğu gibi ilk bölüm başlığı ve bu bölümün ilk cümlesiyle sizi kitabın içine alıveriyor: “Şimdi bir ölüyüm ben, bir ceset, bir kuyunun dibinde.”. Kuyunun dibinde bir cesedin anında neler hissettiğini, neden orada olduğunu merak ediyorsunuz ve ceset bu merakınızı anlattıklarıyla gideriyor.

Benim Adım Kırmızı, Padişahın’ın gizlice yaptırdığı, içinde Frenk tarzı resimler içeren kitap yüzünden işlenen cinayetleri anlatan, bunun yanında on iki sene önce reddildiği halde bir erkeğin devam eden tutkulu aşk hikayesini de işleyen, Doğu-Batı çatışmasını nakkaşların, eserlerin dilinden de detaylı anlatan bir romandır. İç dünyalar, düşler, kabuslar, cinsellik, tarih, sanat, cinayet okuyucuya ancak bu kadar hayal ettirilebilir. Romanı okurken aynı anda olagelen üç kurgudan merakınızı gidermeye çalışıyorsunuz. Cinayet olayı ne durumda? Kara ile Şeküre’nin ilişkisinde bir değişiklik var mı? Nakkaşlar üslup ve sanatlarını icra etmek için neler yapıyorlar ve onların Doğu-Batı geçişindeki düşünceleri, itirazları, kabulleri neler? Bu birbirleriyle alakalı üç kurgusal döngüde kitabı okumaya devam ediyorsunuz. Kurgular yatay bir şekilde ilerliyor, düzlemsellik hissettiriyor. Özetlemek istersek, kitabın konusu şu şekildedir: Dönemin Padişahı, hicri takvimin 1000. Yılında Venedik Doç’una hediye etmek için Enişte Efendi’ye alemi Frenk sanat anlayışıyla yansıtan resimli bir kitap hazırlamasını emreder. Enişte Efendi Padişah’ın emri üzerine Zarif, Kelebek, Leylek, Zeytin takma adlı nakkaşları gizlice evine çağırarak bu kitabı bitirmeye çalışır. Ben Ölüyüm diye başlayan ilk bölümdeki ceset Zarif Efendi’ye aittir. Öldürülmüştür. Zarif Efendi, Frenk usulleriyle çizilen minyatürlerin dine aykırı olduğunu belirttiği, yolunu takip ettiği, bağnazlık içinde gösterilen ve etrafına korku salan Erzurumi Nusret Hoca’ya bunu söyleyeme ihtimali olduğunu hissettirdiği için öldürülür.

Enişte Efendi’nin Şeküre isminde evlenmiş, iki erkek çocuğa sahip, kocası birkaç senedir seferden dönmemiş bir kızı vardır. Şeküre değişken, kendi kararlarını alıp onları uygulayabilen, gizemli, çekici, duygu karmaşalarından net kararlarla çıkan ve bunlarla baş edebilen güçlü bir kadındır. Pamuk, kendisinin de Şeküre gibi kararsız olduğunu dile getirir (Oran, 1999: 12) ve “Şeküre’nin bir konuda karar veremeyen, kendi kararsızlıklarını sonra usta bir siyasete çeviren yanı var ya, o benim işte” (Akman, 1999: 9) der. Şeküre kendi içinde yaşadığı duygusal gelgitleri olmasına rağmen etrafını kontrol altına alabilmeyi çok iyi bilen ve tüm bunları lehine çeviren bir karakterdir. Enişte Efendi’nin eşinin yeğeninin ismi ise Kara’dır. Kara on iki sene önce aşık olduğu Şeküre tarafından reddedilince Doğu’ya gider, oralarda hattatlık işini sürdürür ve Zarif Efendi’nin öldürülmesi ile birlikte Enişte Efendi tarafından İstanbul’a çağrılır. Kara cinayet ile ilgili araştırmalara başlar. Bunu başarıya ulaştırdığında Şeküre’ye kavuşacağını hisseder. On iki yıllık süreçten sonra olgunlaşarak ve birikim sahibi olarak daha güçlü bir şekilde geriye dönmüştür. Bu arada Enişte Efendi de Zarif Efendi’yi öldüren kişi tarafından öldürülür. Şeküre tekrar kaynı Hasan’ın yanına dönmemek için Kara’dan bir an önce kendisiyle evlenmesini ister. Enişte Efendi’nin ölmesi, Şeküre’nin kaynı Hasan’ın Şeküre’yle evlenme isteği, Padişahın da başnakkaş Üstat Osman’la birlikte Kara’yı bu nakkaş cinayetini çözümlemesi için yaptığı baskı işleri karmaşıklaştırsa da katil bulunur. Bu arada Kara ile Şeküre ve Hasan ile Şeküre arasındaki mektupları getirip götüren eğlenceli, canlı bir Yahudi bohcacı Ester karakteri de vardır. Kendi dramını arka plana atıp, başkalarının hikayelerini canlı hale getiren bir karakterdir. Hasan ise Kara ile yarışan, Kara’ya engel teşkil eden bir karakter olarak romanda aşk çatışmasında gözükür. Romanda altı ve yedi yaşlarındaki Şeküre’nin oğulları olan Orhan ve Şevket Pamuk’un kendine hayatından romana kaydırdığı karakterlerdir. Romandaki Şeküre’ye Pamuk annesinin adını verirken bu iki çocuğa da kendisiyle ağabeyinin adlarını vermiştir. Aslında Pamuk bir nevi kendi çocukluğundan kalan bazı kareleri Osmanlı’nın o yıllarına taşımıştır. Şevket babasının yokluğundan ötürü güçlü, otoriter, kendini haklı bir karakter olarak gösterirken; Orhan daha zayıf, küçük ve insancıl düşünendir. Yani çok farklı karakterlerdir. Orhan abisinden Dayak yiyip annesine sığınan bir kardeştir. Pamuk, bu iki kardeşin dengesini romanda çok iyi kurar. Orhan’ın roman sonunda anlatıcı olduğunu anlayıp, Şevket’in de hiç konuştuğuna şahit olmayınca aradaki dengenin ne kadar iyi kurulduğunu hissederiz.     

 

Romanda nakkaşların gidip geldikleri bir de kahvehaneden söz edilir. Bu kahvede meddah nakkaşlarca da yapılan bir resmi yüksek bir yere asar ve onu dillendirir. Dillendirilen ağaç, at, köpek gibi varlıklar, ölüm, şeytan, kırmızı gibi kavramlar insanlar tarafından dinlenir. Tüm bu varlıklar ve kavramlar Padişah’ın istediği gizli kitapta yer alacaktır ve romanın aslında bazı bölümlerini birleştirmektedir. Şöyle bir durum da vardır. Enişte Efendi bu gizli minyatürü nakkaşlara yaptırırken onları tek tek eve çağırmış ve hiç bir nakkaş diğerinin yaptığı resmi görmemiştir. Orhan Pamuk da biz okuyucuya aynı durumu yaşatmıştır. Bu kavram ve varlıkları tek tek ayrı bölümlerde habersizce okumuş oluruz. Yazar okurda Enişte Efendi’nin resmettirdiği hikâye aslında okumakta olduğumuz romandır yanılsamasını yaratmıştır. Roman, Enişte’nin gizli minyatürlerinin öykülendirilmiş biçimidir.

Romanın merkezi nakış ve resimdir. Bunlara bağlı olarak boyut, perspektif, renk, derinlik de bol bol tartışılmıştır. Nakkaşlar arasında gerçekliğin nasıl anlaşıldığı ve ifade edildiği ve üslubun nasıl yansıtıldığı çok tartışılan konular olmuştur. Müslüman bir sanatkarın gerçeği nasıl algıladığı, ifade ettiği ve resimlediği, üslup sahibi olup olmayacağı hikayelerle anlatılmıştır. Doğu ile Batı’nın resim ve sanatı karşılaştırılmıştır. Batı için merkez insandır ve her şeye insanın seviyesinden, merkezinden bakar, yorumlar. Doğu ise gördüğünü değil baktığını resmeder, acizliğini, eksikliğini bile bile gördüğünü inancına göre yorumlayıp resmeder. Orhan Pamuk, Enişte’nin konuşmalarıyla “görmek”le “bakmak” fiilleri arasındaki farkı anlatır. Görmek anlık bir algı, bakmak ise sorgu, yorumdur. Enişte’ye göre bir gün Doğulular da aklın görmesinden çok gözün görmesine kayacaktır. Bir alemin sanatı bitecektir. Meddah tarafından konuşturulan Şeytan bile Frenk usullerini bir küfür olarak görür ve bu usullerin putperestliğe meylettirdiğini belirtir.

Bu arada nakkaşhanelerdeki alet ve malzemelerin, sultanın hazinesinin içinin betimlemeleri son derece detaylıdır. Padişahın hazinesinin içinde ne olduğu da merak uyandıran betimlemelerdendir. Yaşanılan evlerin içleri, dışardan izlenen İstanbul’un görünümü, on iki yılda bile değişen İstanbul’un eskiye göre farklılıkları detaylı anlatılmıştır.

 

Romanda Divan Çavuşu (bir nevi diplomat) olan Enişte Efendi, Avrupa’yı gezmiş, gelişmeleri takip etmiş, geleneksel nakşın savunucusu, Doğu’yu temsil eden, muhafazakar başnakkaş Üstat Osman’la karşı karşıya getirilmiştir ve Batılılığın, yenilikçiliğin tarafındadır.

Romanda üst anlatıcı durumundaki meddah, dönemin sosyal, siyasi, ekonomik durumlarına nesneler, varlıkların resimleri üzerinden değinir. Romanın sonunda Erzurumlu Nusret Hoca’nın müritleri tarafından da öldürülür.

 

Orhan Pamuk’un roman içinde anakronizmlerine de rastlanmıştır. Anakronizme herhangi bir olay ya da varlığın içinde bulunduğu zaman dilimi ile kronolojik açıdan uyumsuz olması durumudur. Şeküre’nin feminist düşüncelerinin olması feminizm akımını o yüzyıldaki bir kadın beyninde canlandırmıştır.  Erzurumî Nusret Hoca’nın ortaya çıkan tüm kötülüklerin Kuran’ı Kerim’den uzaklaşmayla ilgili olduğunu açıklaması bugünü de vurgulayan Mahalle Baskı’sına bir göndermedir. Meddahın köpek resmi üzerinden köpeğe söylettirdiği “Frenk gâvurlarının ülkesinde zaten her köpeğin bir sahibi varmış. Zavallı köpekler boyunlarında zincir, en sefil köleler gibi zincirlenmiş olarak tek tek sürüklene sürüklene sokaklarda gezdirilirlermiş” ifadesi bir anakronizmdir. O dönemde Avrupa’da köpek besleme alışkanlığı yoktur, köpekler sadece avlanırlar.

 

Orhan Pamuk’un Benim Adım Kırmızı adlı eserinin renkliliği, çok sesliliği, araştırma derinliği, heyecanlı ve merak uyandıran kurgusu, gerçekliliği, kurgusunun renklerle, resimlerle öykülendirilip Kuran-ı Kerim’den alınan üç alıntıyla hissettirilmesi bu romana hayran olmamızı kolaylaştırıyor. Orhan Pamuk’a bu eseri bize okutturabildiğinden dolayı teşekkür etmekten başka yapacak birşey kalmıyor.

Bu romanıyla ilgili araştırma yaparken bir de Orhan Pamuk’un bir röportajına rastladım. Okumak isterseniz ilgili linki sizinle de paylaşmak isterim: http://earsiv.sehir.edu.tr:8080/xmlui/bitstream/handle/11498/37172/001520113006.pdf?sequence=1

 

Bu romanla ilgili blog yazımı bu romandan yaptığım bazı alıntılarla bitirmek istiyorum.

 

.... insanların yüzlerine baktıkça görüyorum ki ellerine daha cinayet işleme fırsatı geçirmemiş oldukları için pek çok kişi masum zannediyor kendini.

 

Sanatta hayal kırıklığına uğramak istemiyorsan eğer, sakın onu mesleğin olarak görme. Ne kadar hünerin ve yeteneğin olursa olsun parayı ve iktidarı başka yerlerde ara ki, hüner ve emeğinin karşılığını alamayınca sanata küsmeyesin.

 

Bir sevdikleri ölen insanların, kendi tecrübemden bildiğim bir huyları, evlerinde geri kalan her şeyin eskisi gibi sürmekte olduğuna bakıp teselli bulmaları ve perdelerin, örtülerin, gün ışığının her zamanki gibi gözükmesine kanıp, Azrail’in sevdikleri insanı çoktan alıp götürdüğüne zaman zaman inanmamalarıdır.

 

Yüreğimin ne dediğini anlayamadığım için mutsuzum ben.

 

Bir mektup, diyeceğini yalnız yazıyla demez. Mektup, tıpkı kitap gibi koklayarak, dokunarak, elleyerek de okunur. Bu yüzden akıllı olanlar, oku bakalım, mektup ne diyor derler. Aptallar ise oku bakalım, ne yazıyor derler. Hüner yalnız yazıyı değil, mektubun tümünü okumakta.

 

Çocukluğunda yediği dayakların altında kalıp ezilenler, onlar hep ezik kalırlar.

 

Kimse kimseye güvenmiyor, her an karşısındakinden bir alçaklık bekliyor herkes.

 

Kendini korumak için aklını sürekli çalıştıran benim gibi birinin mantığıyla değil, mantıksızlığıyla anlaşılacak bir şey olmalı aşk.

 

İçinizde kalbinize nakşeylediğiniz bir sevgilinin yüzü yaşıyorsa eğer, dünya hala sizin evinizdir.

 

Zeytin yağında kızarmış kırmızı biberin kokusunu, şafak vakti durgun denize yağan yağmurları, açık pencerenin kenarında bir an bir kadının belirişini, sessizlikleri, düşünmeyi ve sabrı severim. Kendime inanırım ve çoğu zaman benim hakkımda söylenenlere aldırmam.

 

Saf kalmak isteyenin yapacağı bir şey ve kaçacağı bir yer vardır her zaman.

 

Biz Ademoğulları, vicdanımız ve aklımızla bir şeyin çirkin ve yanlış olduğunu bilmemize rağmen o şeyden çok zevk de alabiliriz.

 

Aradığın şeyi yüreğinle arıyorsun. Oysa aklınla karar vermen gerekir.

 

Sarılmasını bilen adam iyi adamdır.

 

Hayal kurmazsan zaman hiç geçmez.


11 Mayıs 2020 Pazartesi

Yeni Hayat / Orhan Pamuk






Yazar: Orhan Pamuk

1. Basım: Ekim 1994

Tür: Roman

Eğitim: Liseyi Robert Kolej'de bitirdi, İTÜ'de üç yıl mimarlık okudu, 1976'da İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Enstitüsü'nü bitirdi. 


 

Postmodern bir roman… Kitabın kahramanı Osman kendi içsel yolculuğuna bir kitapla tanışarak ve o kitabı kendisiyle tanıştıran Canan’a aşık olup bu içsel yolculuğuna iyice kendini vererek kendi bireyselliğini keşfetmeye çalışır. Sonunun ne olacağı belirsizliği kitabın bütün satırlarında hissedilir. Zaten otobüs yolculuklarının anlatımlarıyla geçen romanda zaman ve mekan değişkendir, ne zaman Osman buraya gidip de iklim değişti bile dedirtecek anlar vardır. Romanın dili akar gider fakat o soyutla somut arasındaki geçişler sizi zorlamaya başlar. Şimdi bu okuduklarım gerçek miydi düş müydü düşünce miydi diye aklınızı kurcalar.

Ruhsal, düşünsel yolculuğu zor bir kitap olduğu halde bırakamıyorsunuz okumayı, devam etmek istiyorsunuz. Kitabın sonunda kitabın ana karakteri olan Osman’ın bu yolculuğun sonunda nereye ulaştığını da görmek istiyorsunuz.

“Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti.” cümlesiyle başlıyor kitap ve okuyucuya hemen bu nasıl bir kitap ki insanın okuyunca hayatını değiştirebiliyor merakını veriyor. Kitabın ana karakteri Osman bir üniversite öğrencisidir ve Canan sayesinde bir kitapla tanışır, bu arada O’na aşık olur, birden Canan’la sevgilisinin ortadan kaybolduğunu farkederek kitabın da sunduğu düşüncelerle bir arayışa, keşfedişe geçer ve bunu otobüs yolculuklarıyla yapar. Bu yolculuklardan önce Osman kitabı baştan sona sık sık okur, bir ışık yakalar ve yolculuklarını İstanbul’dan Doğu’ya doğru yapmaya başlar. Bu yolculuklar esnasında Canan’ı bulur ve yolculuklarına O’nunla devam eder. Bir gün gittikleri bir kasabada tüm kırık kalpli bayiilerin katıldığı bir toplantıda bulunurlar. Bunun sonrasında Doktor Narin’le tanışır, O’nun Büyük bir Kumpas’a karşı nasıl mücadele verdiğini öğrenirler. Babası milletvekili olan Narin’e doktor lakabı arkadaşları tarafından verilmiştir ve kendisi avukattır. Dr. Narin eşyaların aralarında fısıldaşıp, aralarında bir ahenk kurup dünyayı oluşturduğuna ve onların benzersiz olduğuna inanır. Babasının ölümünden sonra kendisine kalan topraklarla dilediği gibi yaşar ve kasabada Anadolu’da üretilen malları getirtip sattığı dükkanını açar. O’nun için insanların temel ihtiyaçlarının insanca karşılandığı o yıllar en güzel ve mutlu yıllardır. Aslında burada Doğu-Batı sorunsalına değinilmiş, Batılılaşmanın yarattığı olumsuzluklara dokunulmuş, yaşamın fast- footlaşmasına da türlü marka adlarıyla (Coco cola, pepsi) karşı konulmaya çalışılmıştır. Doktor Narin ve O’na bağlı olan tüm kalbi kırık bayiiler bu kitabı yazanların veya onu okutmayanlara çalışanların insanları Batılılaşmanın yapaylığına ittiğini düşünmektedirler. Aslında Türkiye’nin modernleşmesine yapılan bir eleştiri mevcuttur bu satırlarda. Doktor Narin’in oğlu Nahit 3 kızdan sonra dünyaya gelmiştir ve çok zekidir, dürüsttür, yakışıklıdır, büyüklerine saygı duyar ve bir gün babasına karşı çıkar çünkü o kitabı okur. Bir daha babasını görmek istemediğini, kaybolmak istediğini yazar. Doktor Narin bunun Büyük Kumpas yüzünden olduğunu düşünür. Kasabasına bir çok bayilik gelir, Aygaz, Mis, AEG. O da bu nesnelerden dükkanına koyar fakat bu nesnelerin yanında atalarının eşyalarının huzurlarını kaybettiğini düşünür ve yeni nesneleri kaldırır müşteri kaybetmesine rağmen. Bu eşyalarla birlikte Büyük Kumpas’a karşıdır. Ülkesinden ve belki İran’dan, Suriye’den, Balkanlar’dan başka hala eşyalara bağlı, mutsuz, üzgün, eskiyi özleyen bayiler de vardır. Birlikte kırık kalpli bayiler teşkilatını kurarlar. Doktor Narin bu dostlarından onları gerçek kılan o eşyalarını, o hakiki şeylerini (ince belli çay bardaklarını, yorganları, boyazsız sabunları,sarkaçlı saatleri) dükkanlarında, yasaklanırsa evlerinde, yeraltlarında saklamalarını ister. Tam o sırada oğlu mektubunda “Beni arama, ben yok oluyorum” diye yazar. Doktor Narin’e göre Büyük Kumpasçılar oğlunu yazıyla, kitapla ele geçirmiştir çünkü O’nun fikirleriyle, dükkanıyla ve zevkiyle başedemeyeceklerini anlamışlardır. Oğlunun peşine adamlar taktırıp, raporlar tutturur ve bu raporlardan onların ruhunu yok etmek, hafızasını silmek isteyen Büyük Kumpasçılardan emin olur. Doktor Narin’e göre matbaadan çıkan bütün kitaplar zamanının ve hayatının düşmanıdır. Dr. Narin yapılan toplantıda Ali (Osman) gibi bir gencin bu toplantıda kazanılmasının da bir şans olmadığını hisseder. Osman’ın bu toplantıya kararlılıkla ve istekle geldiğini görür. Oğlunun yerine geçmesini ister. Devletle ilişkileri olduğunu, maddi gücünün kuvvetli olduğunu söyler. Bu mirası sahipsiz bırakmak istemediğini söyler Osman’a.  Dr. Narin Büyük Kumpas’a karşı başarılı olursa yeni bir devlet kuracaktır. Doktor Narin’in saat markası adı verip, örgütlediği casuslar bürokrasisinin adamlarındandır ve onların dört bir koldan Mehmet’i yani Nahit’i takip etmelerini ister. Bu takiplerden birçok rapor tutulur ve Osman bu raporların hepsini okur. Bu takipler esnasında Mehmet’in bir kitaba çok daldığı, yurttan bile çıkmadığı, kendine bakmadığı görülür. Okuduğu kitap piyasada 150-200 tanedir ve daha sonra gençleri olumsuz etkilediğinden ötürü savcılık tarafından toplatılmış. Bir gün Mehmet’in Haydarpaşa’daki Devlet Demiryolları Personel Müdürlüğü’ne gidip oradaki bir emekli memur hakkında bilgi edinmek istediği ortaya çıkar. Hatta bir akşam Mehmet’in Osman’ın mahallesine gelip bir evin ikinci kat penceresine baktığını okur. Ertesi gün ise Rıfkı Amca ile beş dakikalığına buluşur. Bu buluşmadan sonra Mehmet bir buhrana girer. İkinci kere bir daha buluşurlar. Otururlar, konuşurlar. Mehmet bu buluşmadan sonra kitabın diğer nüshalarını bulmaya çalışır ve insanlara dağıtır. Osman bu raporların arasında Erenköy’deki cinayet haberini görür. Devlet Demiryolları emekli başmüfettişi Rıfkı Hat kurşunlanarak öldürülmüştür. Dr. Narin’in bir ajanı Rıfkı Hat’ın kitabın yazarı olduğunu belirtir ama yazar kitabın yazarı olarak adını geçirmez. Hatta kitap toplatıldığı zaman, Rıfkı Hat buna hiç karşı çıkmaz. Mehmet bu ölüm haberine çok üzülür ve bunalıma girer, kederini hafifletmenin yolunu otobüslerde bulur. Sadece otobüsle bir yerlere gider. Bir ajan bir gün trafik kazasında Nahit’in öldüğünü öğrenir. Ceset tanınmayacak haldedir ama kimliğini görür. Osman belki bir ruh kardeşine rastlayabilme ümidiyle sayfaları çevirir ve gazete kesiklerinden kitaptan ilham almış beş kişinin Dr. Narin’in ajanları tarafından öldürüldüğünü anlar. Osman raporları daha da okumaya devam eder ve öğrendiklerini maddeler. Mehmet, Nahit olarak hayatının bitmesinden sonra, yeni kimlik edinmiş ve yeni hayata başlamış fakat ajan ve babası dahil kimse bunu farketmemiştir. Mehmet’i vuranın Seiko isimli ajan olduğunu düşünür. Seiko Osman’ı Mehmet’le Canan’ın avı olarak görmüştür. Canan kitapla bir şey yapmak istemiş ve kitabı başkasına vermeye karar vermişlerdir. Bir kurguyla Osman’a kitabı aldırtıp okutmuşlardır. Bu raporları okuduktan sonra Dr. Narin Osman’a bir tane silah verir. Canan’ın odasına gider ve ateşli, olduğunu farkeder. Hala O’nu istemektedir. Ertesi sabah doktor gelir ve neredeyse zafiyet geçirdiğini kocası olarak bildiği Osman’a söyler. Ağır ilaçlar verir Canan’a. Kızlardan ve anneden eşine bakmalarını ister ve beş gün sonra geri döneceğini onlara söyler. Uzun bir süre bir yerden bir yerlere otobüsle gider, Mehmet’i arar, bayilere uğrar, o kitabı okumuş ihbarları değerlendirir, o insanların yanına gider, gittikten sonra gözlemlerini ihbar eden bayilerle paylaşır. En sonunda Osman, Nihat’ı yani Mehmet’i Osman adıyla Viranbağ kasabasında bulur. O’nunla konuşur, çay içer, tüm sorularını sorar. Kitabı düzenli olarak el yazması olarak yazdığını ve bunu isteyen insanlara geçinmek için verdiğini öğrenir. Yine gider, O’nunla konuşur, tren istasyonuna kendinini bıraktırır fakat arka vagondan iner, Mehmet’i takip eder, sinemaya girdiğini görüp O da oraya girer ve silahla O’nu öldürür. Sonra İstanbul’a döner, Canan’a uğrar fakat O’nu hiçbir yerde bulamaz. Zaman geçer, kendi de mahallesinden bir kızla evlenir, çocuğu olur hatta bir gün Canan’ın da bir doktorla evlendiğini öğrenir. Çok kitap okur, kendini salmaz. Bir gün Rıfkı Amca’nın evine gider, karısıyla konuşur ve yaklaşık 33 kitap getirir O’nun evinden. Tekrar otobüs yolculuklarına başlar fakat tam huzuru bulmuş ve mutluluğu hissetmişken otobüsün ön koltuğuna oturur, otobüs kaza geçirir, işte o an, ölmek üzereyken meleği görür. O an hiç mi hiç ölmek istemediğini söyler.

Osman Mehmet’le aynı yollardan geçmiştir ve kitabın sonunda Osman Mehmet’i Nahit adıyla değil de Osman adıyla bulması aslında belki de kendisini bulmak olarak anlaşılabilir. Osman kitabı tesadüfen keşfediyor, daha fazla keşfe yelken açıyor fakat keşfin bir kurgu olduğunu kitabın sonunda hepimiz anlıyoruz. Burada yaşamın döngüselliği hissettirilmeye çalışılmış. Evet otobüs yolculukları gibi hayatımızda da bir dolu yollardan geçiyoruz, kazalar geçiriyoruz ya da geçirmiyoruz, belki de kazalardan tesadüfen kurtuluyoruz ya da kurtulamayıp ecele teslim oluyoruz. Aslında tıpkı hayat gibi. Bir ölüm kalım meselesi var. Bazen karakterlerin gerçek mi yoksa sahte mi olduğunu düşünüyoruz. Osman’ın Canan’a çok aşık olmasıyla Canan’ın aşık olduğu Mehmet’e karşı Osman’ın duyduğu nefret tam bir tezatlık teşkil ediyor. Çiftli kavramların en uçları insanı düşündürtüyor çünkü hepimiz bu gelgitlerde bulunuyoruz yaşarken. Bir yandan da bu kadar çaba, yolculuk, isteklerimizi ele geçirme mücadelesi derken olan yine oluyor istesek de istemesek de. Osman da Canan için çok çabalıyor, uğraşıyor hatta düzenini artık kurabileceği bir yer buluyor ve hatta Mehmet’i öldürüyor. Rüyasını gerçekleştirmek için herşeyi yapıyor ama Canan yine O’nun olmuyor, herşey olacağına varıyor. Kadere karşı bir çıkışın da hiçbir işe yaramadığını aslında üzülerek okuyoruz.

Benim anladıklarım, özümsediklerim, etkilendiğim noktalar şimdilik bunlarla sınırlı. Bu kitabı okurken kitabın beni neden rahat bırakmadığını azıcık daha derinlemesine düşününce anlıyorum. Hayatımızı anlatıyor bize, benliğimizi arayışımızın ne kadar zor olduğunu, o arayışta her anlamın içine sıkışabilen Aşk’ın ne kadar önemli olduğunu, o Aşk’la kendimizi bulabildiğimizi, O’nu bulup O’ndan emin olduktan sonra huzurlu mutluluğa erişebileceğimizi… Zamana zaman da kitabın düşüncelerimi yoklamaya devam edeceğini düşünüyorum.





Beni etkileyen satırlar:



Sayfa 104:

"Allah'ın üflemesiyle birlikte aleme ruhla birlikte Adem'in gözü de değdi. O zaman cilasız aynada olduğu gibi değil, alemde oldukları gibi, evet, tam da çocukların göreceği gibi gördük şeyleri. Gördüğünü adlandıran, adıyla da gördüğü şeyi bir tutan biz çocuklar o zamanlar ne şendik! O zamanlar zaman zamandı, kaza kaza, hayat da hayat. Bu mutluluktu ve şeytanı mutsuz etti ve o da şeytandır, Büyük Kumpas'ı başlattı. Bir adam Büyük Kumpas'ın piyonu, Gütenberg, -matbaacı dediler ona ve taklitçilerine-çalışkan elin, sabırlı parmağın ve titiz kalemin yetiştiremeyeceği kadar çoğalttı kelimeleri ve ipini koparan, kelimeler, kelimeleri kelimeler boncuklar gibi dört bir yana dağıldılar. Sokak kapılarımızın altını ve sabun kalıplarının ve yumurta paketlerinin üstünü aç ve çılgın hamam böcekleri gibi kelimeler be yazılar sardılar. Böylece bir zamanlar etle kemik gibi olan söz ile eşya birbirlerine sırt döndüler. Böylece, gece ay ışığında, zaman nedir, diye bize sorulduğunda, hayat nedir, keder nedir, kader nedir, acı nedir diye sorulduğunda, bir zamanlar yüreğimizle bildiğimiz bütün cevapları, imtihan gecesini uykusuz geçiren ezberci öğrenci gibi birbirine karıştırdık."


Sayfa 105:

"Öyle anlaşılıyordu ki, tarih denen kumarı kaybetmiş olan biz sefil mağluplar, en azından bir şey kazandığımıza kendimizi inandırabilmek, bir zafer duygusu tadabilmek için yüzyıllarca birbirimize bomba atacak, Allah, kitap, tarih ve dünya aşkından şeker paketleri, Kuran ciltleri ve vites kutularına yerleştirdiğimiz bombalarla ruhlarımızı ve gövdelerimizi bir iyice havalandıracaktık."

 

Sayfa 108:

“Odanın dışından bir yerden, sarkaçlı bir duvar saati dokuz kere zamanın ve hayatın geçiciliğini hatırlatarak dın dan vurdu.”

1 Nisan 2020 Çarşamba

Kaplumbağa Terbiyecisi / Emre Caner







Yazar: Emre Caner

1. Basım: Aralık 2008

Tür: Roman

Eğitim: İlk ve orta okulu Yükseliş Koleji'nde devam etti. Ankara Atatürk Lisesi'nden mezun oldu. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon Bölümünü bitirdi.

 

 İlk olarak bu kitabı okuduğum için çok mutlu olduğumu belirtmek isterim. Emre Caner sayesinde Osman Hamdi Bey'in hayatı, yaptıkları, başarıları, ailesi hakkında oldukça bilgilendim. Emre Caner tüm bunları açık, akıcı, okuyucuyu rahatlıkla içine çeken bir dille anlatmış. Kendisinin ressamlık dışında müze müdürü, arkeolog, güzel sanatlar akademisi müdürü olarak çalıştığını bilmiyordum. Çok çalışmış ve aydın düşüncelerine icraatlarıyla saygı duydurtmayı bilmiş. Okurken 19. yüzyıl Osmanlı Devleti'nin çalkantıları arasında Osman Hamdi'nin hangi önemli işlere imza attığını öğrendim. Daha önce Osmanlı'da hiç bilinmeyen, yapılmamış mesleklerle uğraşmış bir Osman Hamdi. Aslında Osman Hamdi'nin en ünlü başyapıtı olan Kaplumbağa Terbiyeci'sindeki kaplumbağa terbiyecisi mesleğinin de var olup olmadığı, nerede çalıştıkları bilinmiyordu. Belki Osman Hamdi tablosundaki bu bilinmeyen meslekle kendini özdeşleştirmiş ve anlatmış olabilir.


Kaplumbağa Terbiyecisi

Osman Hamdi 1860 Nisan ayında babası İbrahim Edhem Paşa tarafından hukuk okuması için Paris'e gönderilir. O sıra Osmanlı padişahı Tanzimat ve Islahat fermenlarını ilan eden I. Abdülmecid'dir. Osman Hamdi Paris'e gidip eğitimine başladıktan sonra hukuk okumak istemediğini farkeder, hisseder ve resim okumayı tercih eder. Beaux Arts'da Jean Leon Gerome, Osman Hamdi'ye hocalık yapar. Bu arada Fransız olan Maria'yla evlenir. Paris'te bulunduğu sıralarda 1867 Mayıs ayında İmparator III. Napolyon'un I. Abdülmecid'den sonra padişah olan Abdülaziz'i Paris'e bir sergiye davet edildiği kitapta geçer. Orada çok şahşahalı bir şekilde karşılanır. Osman Hamdi eşiyle birlikte İstanbul'a gelir ve ailesiyle birlikte yaşamaya başlar. Fatma ve Hayriye adında iki kızları olur. Gönüllü olarak Bağdat valiliğine atanan Midhat Paşa ile birlikte Bağdat'ta çalışırlar. Çalışma arkadaşları içinde Ahmet Mithat da vardır. 1873'te Viyana'ya gider ve orada Maria (Nahile) adında başka bir kadınla tanışır, O'nunla evlenir, İstanbul'a birlikte gelirler ve eski eşinden ayrılır. Birinci eşi Maria duygusal olarak kırgındır Osman Hamdi'ye.  Büyük kızı Fatma Osman Hamdi ile kalır fakat küçük kızı Hayriye Maria ile birlikte Fransa'ya geri döner. 1876 Mayıs ayında Midhat Paşa'nın görüşlerini savunan Darülfunun öğrencileriyle sokaklarda yürüyüşe çıkarlar. O sıralar Meşrutiyeti ilan etmek isterler. 30 Mayısta donanma, topları Dolmabahçe'ye çevirir, askeri birlikler Abdülaziz'i teslim alıp eski saraya götürürler. Yeni padişah Abdülaziz'in yeğeni Şehzade V. Murad olur. Sonrasında Abdülaziz odasında iki bileği kesik, ölü bir şekilde odasında bulunur. V. Murad sadece 3 ay tahtta kalır. Psikolojik olarak da tahta yeterli gelmemiştir. V. Murad'ın yerine Meşrutiyet sözü veren II. Abdülhamit tahta geçer. Edhem Paşa da bir ara sadrazamlık yapmıştır bu süre içerisinde. Tüm bu olaylar olurken Osman Hamdi yeniliklerin peşinden koşarak, sanata gereken önemi vererek devamlı çalışmıştır. Osman Hamdi diğer devletlerin Osmanlı'da kazı yapıp tarihi eserleri kendi ülkelerine götürdüklerini farkeder, bunların önüne geçmek için sarayı uyarır, kendisi de kazı yaptırtıp tarihi eserlere sahip çıkar, müze yaptırtıp eserleri sergiler, Sanayi-i Nefise Sanat okulunu açar. İmparatorluk Müzesi'ni ve Çinili Köşkü yaptırır. Devamlı sanatın koruyucusu ve geliştiricisi olur.  Kısacası Osman Hamdi Bey'in resim sanatı dalında Osmanlı Devleti'ndeki emekleri çoktur.

Bu keyifli, bilgilendirici, akıcı roman için teşekkürler Emre Caner...

Hazır Osman Hamdi Bey'den bahsetmişken, birkaç eserine de bakmak keyifli olur diye düşündüm.


Silah Taciri - Vikipedi               İki Müzisyen Kız | Pera Müzesi Blog

SENSIBILE AL SIGNIFICATO ED ALL'EFFIMERO DELLA VITA – Osman Hamdi ...

Görünenin Ötesinde Osman Hamdi Bey

osman hamdi, mihrap, tablo, resim, islamiyete hakaret, cami, sanat ...

Osman Hamdi Bey'in eserine rekor fiyat: 'Kuran Dersi'ne 34.5 ...

Dosya:OSMAN HAMDY BEY TURKISH 1842-1910 THE SCHOLAR.jpg - Vikipedi

31 Mart 2020 Salı

Günebakan / Cüneyt Özdemir





Yazar: Cüneyt Özdemir

1. Basım: Mayıs 2018

Tür: Deneme

Eğitim: İlk ve orta okulu Yükseliş Koleji'nde devam etti. Ankara Atatürk Lisesi'nden mezun oldu. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon Bölümünü bitirdi.

 

Hayal kurmayı ve hayallerini hayata geçirmeyi en büyük erdem olarak görmektedir diyor CNN Türk Cüneyt Özdemir için. Bu kitabı yaz aylarında yazmış ve içinden geçenleri direk birebir okuyucuyla paylaşmış kitabında. Entellektüel açıdan dopdolu bir insan olduğu için en basit bir konu hakkındaki düşüncelerini bile kendisiyle monolog dahi olsa paylaşmak istiyorsunuz. Şiir, siname, zenginlik, fakirlik, happy hour, mimari eserler... Denemeler gündelik hayatındaki konularla ve kendisinin düşünceleri, duyumsadıkları ile ilintili. Kitabın en hoşuma giden tarafı her deneme için Cansu Güney tarafından yapılmış resimler. Bana küçüklüğümde okuduğum masal kitaplarındaki hayallerimi daha da güzelliklerle aralayan resimleri hatırlattı. Kitabı çok keyifli bir hale getirmiş. Bu kitapta Cüneyt Özdemir'in bazı cümlelerini alıntılayarak sizinle paylaşmak istiyorum.

  • Yaşadığımız toplumda bizlere mutluluğun formülü ya da reçetesi benzer kodlarda dayatılıyor. Belli sınırların dışında bırakın dilek tutmayı, farklı hayallere bile izin yok.
  • Oysa ister bilim insanlarının aklına tutunun, isterseniz kendinizi kadercilik ipi ile hayata demirleyin, evrenin süprizleri karşısında bir karınca kadar hükmümüz yok!
  • Ancak hayvanların anlayabileceği tuhaf bir tedirginlik var her yerde.
  • Rüyalarla hayaller arasında zaman ve mekan sıçramaları dünyanın prangalarını hafifletir.
  • Son zamanlarda Türkiye’de turizmin yeni alametifarikası “mutluluk saatler”nin tek alıcısı          sanırım yeni kuşağın obez ve mutsuz gençleri. Özellikle babalarının nasıl kazandığını                  kestiremediğim paralarını pahalı içkiler açtırıp, hatta zaman zaman birbirlerinin        üzerine püskürterek harcamakta maharetli bu sonradan görme kuşak için mutluluğa ulaşmak bu kadar basitmiş gibi gözükse de aslında hiç kolay iş değil.
  • Unuttuğumuz kadar uzun bir zamandır, kendimize ait olmayan pek çok davranışı, huyu, imajı, yalanı sadece “yakıştığı” için bir elbise gibi üzerimize giyiyoruz. Bir süre sonra çıplak kalmaktan utanan insanlar gibi kendimiz ağır geliyor kendimize. Giyinilen bütün o şık sözcükler, beyaz yalanlar, küçük kıvrımlar, gizlenen hazımsızlıklar, üstü örtülü kıskançlıklar, saklamaya çalıştığın hırslar ve bütün bunların meyvesi “anılar” derinize yapışan dalgıç elbiseleri gibi size kaplıyor. Unutuyoruz, erteliyoruz ve gömüyoruz kendimizi kendimize.
  • Doğunun icat ettiği zaman makinesi, mahalle arasında görülmeyen dilek ağacı, olmayacak bir dileğin yarısıdır fal.
  • Yedikleri yemekleri paylaşmadan doymayanlarla yaşıyoruz. Eğlendiklerini göstermeden eğlenmeyenlerle...
  • Göstergebilimin kapıları kapatıp anahtarı derin bir denize attığı bir çağ yangınındayız. Göstere göstere ölüyoruz.
  • Anı paylaşmanın, anı yaşamaktan daha büyük bir afrodizyağa dönüşmesinin sihri ve sırrı tam da burada gizli işte...
  • Ve size kötü bir haberim var, bir şeyi çok dileyince olmuyor ne yazık ki... O şey için karar alıp, çalışıp, uygulayıp, hak edince oluyor.
  • Teknolojinin parlak ışıkları sadece birbirimize karşı değil gökyüzü hallerine karşı da bizleri bakarkör yaptı.
  • Şehirlerin parlak ışıkları gökyüzünde yıldızları kararttı, dolunayın romantikliğini çaldı. Düne kadar biz yakın, yıldızlar uzaktı. Artık herkes her şeye yıldızlar kadar uzak kaldı.
  • Bir varmış bir yokmuş kıvamında, bir masal kahramanı gibi yaşanıyor dünün hayli kurumsal hayatları. İskambilden kulelere dönen kariyerler, kağıttan şatolar içinde yaşanan aşklar, kumdan, kalelere gizlenen sevgililer.


    Teşekkürler Cüneyt Özdemir...



 



 

 

 

 



 

 

21 Mart 2020 Cumartesi

Kral Kaybederse / Gülseren Budayıcıoğlu







Yazar: Gülseren Budayıcıoğlu

1. Basım: Şubat 2015

Tür: Roman

 

Eğitim: 

TED Ankara Koleji

Ankara Üniversitesi, Tıp Fakültesi

Hacettepe Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Psikiyatri Uzmanlık Eğitimi

 

Kitap, bilinçaltımızın bizim bir sonraki yapacaklarımıza, gelecekte yaşayabileceklerimize, yazarın net tabiriyle kaderimize nasıl yön verdiğinin altını çiziyor. Aslında biliçaltımız yani daha önce yaşadıklarımız ister istemez durmaksızın yaşadıklarımızı, deneyimlediklerimizi kaydediyor ve bu kayıtlar arayışlarımıza doğru bizi sürüklüyor. Eğer kaydedilenler olumsuzsa biz farkında olmadan o olumsuzluğa doğru yol almaya devam ediyoruz. Mutsuzluk, duygusal çöküşler beraberinde gelebiliyor ve o anlarda bunların bizim kaderimiz olduğunu, hep de bu işlerin böyle gittiğini söyleyerek isyan ediyoruz. Aslında bu isyanın yerine çözümün bilinçaltımızı çözümlemek, bu olumsuz tekrarların ana sebebinin kayıt altına alınan deneyimlerimiz olduğunu bilmek gerekiyor. Kitap bu konuda ciddi bir farkındalık yaratıyor çünkü yazarımız psikiyatr. Evet kararlarımız bizi birden fazla olumsuzluklara yönlendiriyorsa bir alışkanlıktan söz ediyor olmalıyız. Daha önce deneyimlemiş olduklarımız bizi bir alışkanlığa sürüklüyor olabilir ve kararlarımızın sonuçlarını da yine daha öncekiler gibi olmasını isteyebiliriz. Bunu kırmanın önemli olduğunu söylüyor yazar. Bunun da ancak bir psikiyatr ile mümkün olacağını söylüyor. Yazar kendini de karakter olarak sokuyor kitaba ve bizzat kendi psikiyatr merkezinin adını söylüyor. Azıcık bir reklam hissediyorsunuz tabii burada. Kitaba dönersek eğer kitabın baş kahramanları Kenan, Fadi, Handan. Kenan çok yakışıklı, iyi giyimli, etkileyici parfüm kokusu olan, kadınları peşinden koşturan ve eşini, metresini durmaksızın elinde olmadan veya olarak aldatan bir adam. O'na yetmiyor kadınlar, O'nda sevgi, aşk yok sadece doyumsuzluk var. Sevilmekten ziyade tapılmak, şımartılmak ve bir yandan da kendini yalnız hissetmemek istiyor. Ve bir gün 10 yıllık sevgilisi Fadi bu duruma karşı çıkıp, 10 yılının acısını duygusal bir patlamayla dışarı vuruyor. O zamandan sonra herkes için işler değişiyor. Anlamsız bir şekilde yanında eşi olarak duran Handan’ın, 10 yıllık metresi olan Fadi’nin ve Kenan’ın. Hepsinin şu anda aldıkları kararlarının uçlarının aile hayatlarına, çocukluklarına dayandıkları açıkça kitapta söyleniyor. Bu anlamda kitap bize farkındalık getiriyor. En ufak yaşanmışlık bile hayatımızın açısını değiştiriyor. Şu an yaşadıklarımızın getirdikleri olumsuzluk ve olumluluk terazisine göre bilinçaltımızı revize etmemiz de yarar olabilir. En ufak bir kayıt bile önümüzdeki koca bir bloğu kaldırıp, hayatımızı daha olumlu hale getirebilir. Kitap içinde Kenan’ın üzerinden giden anlatımlar bana bazen fazla uzun geldi, özellikle yarısından sonra diğer karakterler için yapılan anlatımlar da uzatılıyormuş hissi yarattı bende. Artık kahramanların ne duruma geldiklerini bir an önce öğrenmek istiyorsunuz. Genel olarak kitabı keyifli okudum diyebilirim. Bilinaltımızın farkındalığını arttırmak için de size faydalı olabileceğini düşünüyorum.      

 

2 Mart 2020 Pazartesi

Her Yerde Kan Var / Ayşe Kulin






Yazar: Ayşe Kulin 

1. Basım: Kasım 2019

Tür: Roman

Eğitim: Lise öğrenimini 1961 yılında Amerikan kız Koleji’nde tamamladı. Buradaki eğitim sürecinde yazar olmaya karar verdi. Eşiyle beraber Londra’ya yerleştikten sonra burada London School of Economics’te 1962-1964 yılları arasında sosyoloji eğitimi aldı.

Kitabın 1. bölümü 32. Osmanlı Padişahı olan Abdülaziz'in annesi Pertevniyal Valide Sultan'dan Abdülaziz'in ablası Adile Sultan'a yazdığı mektupla başlıyor. Zaten orada kitap sizi içine almaya başlıyor. Abdülaziz'in nasıl tahttan indirilip Topkapı Sarayı'na getirildiğini, daha önce amcası III. Selim'in şehit edildiği odaya koyulduğunu, birbirleriyle görüştürülmediklerini 2 sayfada anlatıyor Pertevniyal.

Kitap tam olarak Çile ve Her yerde kan var olarak 2 bölümden oluşuyor ve her bölüm 5 günü içeriyor. Çile bölümünün başındaki 5 mısra şöyle:

Seni tahttan indirdiler

Üç çifteye bindirdiler

Topkapı'ya gönderdiler

Uyan Sultan Aziz uyan

Kan ağlıyor şimdi cihan

Çok tanıdık geliyor kulağa.

Kitabın diğer bölümleri kısım kısım kişilerin kendi tarafından anlatılıyor. Bu kişiler şu şekilde: Adile Sultan, Sadrazam Avni Paşa, V. Murat, Şevkefza Valide Sultan, Damat Nuri Paşa (Abdülmecit Han'ın kızı Fatma'nın eşi), Pertevniyal Valide Sultan, Adile Sultan, Fahri Bey, Nazif Ağa (Adile Sultan'ın arabacısı), Mithat Paşa, Kolağası Çerkez Hasan Bey.

Romanın tam bittiği sayfanın arka sayfasında Osmanlı Devleti ile ilgili yaptığı paylaşımlarından ötürü Murat Bardakçı'ya özel bir teşekkür sunuluyor. 

Abdülaziz meşrutiyete karşı çıkmış bir padişahtır. Abdülaziz zamanında serasker olan Hüseyin Avni kitabın baş kahramanlarından ve Abdülaziz'i tahttan indirme kararının baş mimarlarından. Hüseyin Avni bir takım kız meselelerinden dolayı birkaç kere rütbeleri elinden alınmış ve sürgüne gönderilmiş. Isparta'da sürgündeyken Rüştü Paşa sadrazamlığa tayin edilince Hüseyin Avni de vali ve seraskerliğe yükseltilir. Hüseyin Avni Abdülaziz'e çoktan düşman olmuştur ve yeğeni olan V. Murat'ı tahta çıkartmak ister. Bunu yapabilmek için meşrutiyet yanlısı olan Mithat Paşa'yı yanına çekmeye çalışır. Abdülaziz Şirvanizade'yi sadrazam yapınca, Hüseyin Avni bu durumdan korkar ve Şirvanizade'nin darbe yapacağı yalanını Abdülaziz'e iletir. Abdülaziz ise Hüseyin Avni'yi sadrazam yapar ve bu sonu olur.

Padişah Abdülmecit'in oğlu V. Murat'ın annesi Şevkefza, Abdülmecit öldüğü zaman oğlunun padişah olmasını çok ister fakat yaşı küçüktür ve Abdülaziz tahta çıkartılır. Abdülaziz tahttan indirildikten sonra cülus töreni için V. Murat Topkapı Sarayı'na götürüleceğine Seraskerlik'e götürülür. Cülus törenlerinde olması gereken taht kendi cülus töreninde olmaz. V. Murat kendini amcası Abdülaziz' e karşı hep suçlu hissediyordur. O bu tahtı aslında çok istememiştir, sadece istibdat döneminde meşrutiyete geçilemeyeciğinden ötürü ikna olabilmiştir. V. Murat, Ziya Bey ve Namık Kemal gibi dostlarla paylaşımlarda bulunan, Jön Türklerle takılan bir kişidir. Amcası zamanında çokça borcunu ödemiş, O'na yardımcı olmuştur. Padişah olacak güçlülükte bir kişi değildir. İçkiye düşkünlüğü vardır ve bunalıma girmeye çok yatkındır. Şevkefza bu durumdan çok mutsuzdur ve oğlu için elinden geleni yapmaya çalışır. O'nu bu içki illetine bulaştıranlara içinden çok kızar.  

Hüseyin Avni, Mithat Paşa'yı meşrutiyeti kurarız vaadiyle ikna etmiş olsa da kendisi meşrutiyetçilere karşıdır. Ziya Paşa'yı baş katip olarak istemez ki bu durum V. Murat'ın hiç hoşuna gitmez. Başından beri V. Murat da meşrutiyet ilan edilebilir düşüncesiyle tahta geçmeyi kabul eder fakat işler öyle ilerlemez. Sonradan Hüseyin Avni'nin kendi hırslarından ötürü bu işlere girdiği anlaşılır. Tahttan indirilen Abdülaziz, kendisinin yaptırttığı Beylerbey'i Sarayı'nda kalmayı tercih etmesine rağmen Abdülaziz Topkapı Sarayı'na gönderiliyor. Abdülaziz'in eşi de Topkapı Sarayı'nda rahatsız bir şekilde yatar.

Kitap içerisinde çok değişik bilgilerle karşılaşabiliyorsunuz. Abdülmecit Han zamanında çocukları Fatma ile V. Murat'ı halk çocuklarıyla birlikte aynı mektebe yolluyor. Bu Osmanlı tarihinde bir ilk olarak geçiyor. 

Kitabın sonu İntikam başlıklı son bölümle bitiyor. Abdülaziz validesinden sakalını düzeltmek için makas ister,  O da yollar, sonrasında Abdülaziz odasında kanlar içinde bulunur. Ölümünün sebebini intihar olarak belgelere geçirtmeye çalışır Hüseyin Avni ve zorla doktorlara bu şekilde belgeleri imzalamalarını ister. Bazıları kabul etmez ve Hüseyin Avni onlara çok sinirlenir. Abdülaziz'in eşi Neşerek'in (Çerkez asıllı ve asıl adı Nesteren) kardeşi Kolağası Çerkez Hasan Bey Neşerek'in ölümünden ve onun öncesinde Abdülaziz'in ölümünden ötürü dul kalmasından kinle dolar. Çerkez olarak Kuzey Kafkasya'da Ruslardan zulüm görmüşler ve acı çekmişlerdir. Bütün bu acıların hesabını görmek istemekte, Hüseyin Avni'yi öldürerek intikamını alacağını düşünmektedir. Hükümet toplantısının gerçekleştiği Mithat Paşa'nın konağına gider, toplantının olduğu odaya izinsiz girer ve ilk iki kurşunu Hüseyin Avni'yi hedef alarak harcar. Bir iki kişi daha öldürür ama bunlar içinde Mithat Paşa yoktur. Böylece rahmetli ablasının, padişah olan eniştesinin ve tüm Çerkezlerin intikamını aldığını hisseder. 

"Aksaray'dan kan geliyor

Ben sandım ki yar geliyor

Çıktım baktım pencereye

Çerkez Hasan can veriyor"

Bu türküyü de belki daha iyi anlayabiliriz.

Çok keyifle okunan bir kitap. İçi bir dolu Osmanlı'ya ait bilgilerle dolu. Bu bilgiler çok güzel, net bir anlatımla okuyucuya sunuluyor. Abdülaziz'in intihar mı ettiği yoksa cinayete kurban gittiği kararı okuyucuya bırakılıyor. Pertevniyal, Adile Sultan, V. Murat, Hüzeyin Avni, Damat Nuri Paşa, Şevkefza ile konuşuyorsunuz kitap okuma sürecinizde. Aslında V. Murat'ın amcasının yerine tahta getirildiği andan itibaren nasıl bir ruhsal bunalıma girdiği kitabın bir noktasında vurgulanıyor. Hanedan üyelerinin taht için neler yapabilecekleri, kıskançlıklarını yıllar boyunca intikama nasıl dönüştürdükleri size hissettirilen duygular arasında. Tarih tekerrür de ediyor tefekkür de (düşünme). Kitabın arka sayfasındaki bilgilendirmesinde böyle yazılmış. Tarihle arası iyi olmayanların bile aklına kazınabilecek hale geliyor bu isimler. Okumanızı tavsiye ederim.

Benim Adım Kırmızı / Orhan Pamuk

Benim Adım Kırmızı 1591 yılında, İstanbul’un on karlı kış gününde, Atmeydanı, Bayezid, Edirnekapı, Cibali gibi İstanbul merkezlerinde geçe...