22 Haziran 2020 Pazartesi

Benim Adım Kırmızı / Orhan Pamuk




Benim Adım Kırmızı 1591 yılında, İstanbul’un on karlı kış gününde, Atmeydanı, Bayezid, Edirnekapı, Cibali gibi İstanbul merkezlerinde geçen tarihsel, aşk ve polisiye romanıdır. Kitabın arka kapağında romanın dokuz kış gününde geçtiği yazılıdır fakat bu yanlış bir bilgidir. Orhan Pamuk, kitabın kapağında neden on gün yerine dokuz gün yazdığı konusunda “Aslında kitabım on günde geçer. Arka kapakta dokuz yazıyor çünkü on sevmediğim bir rakam. Şunu dokuz yapayım dedim. Bir de tuzaktır bu. Her kitabımın arka kapağında bir yanlış vardır. Orada eleştirmenleri yakalarım” (Akman,

1999: 9) der. Pamuk’un 16. yüzyıl Osmanlı’sını seçmiş olmasının sebebi ise Osmanlı resminin iyi ürünler vermesi ve İslam’ın tıpkı romanda söylendiği gibi bininci yılı olmasıdır. Roman on gün kadar kısa bir sürede geçtiği için zaman açısından minimalist bir romandır. Kitap bittikten sonra kitabın içeriğini, anlatılışını, derinliğini, heyecanını, mizahını, araştırma yoğunluğunun zenginliğini kısacası size yansıttığı rengi özlüyorsunuz. Doç. Dr. Fethi Demir, bu romanı yazarın postmodern romanlarıyla (Kara Kitap, Yeni Hayat) tematik romanlar arasında bir geçiş olarak görmüş. Kitap 470 sayfa ve elli dokuz bölümden oluşuyor.

Orhan Pamuk, bu eserini kızı Rüya’ya ithaf etmiştir ve ithaf bölümünde Kuran’dan romandaki üç kurguyu destekleyen  üç alıntı  alınmıştır.

“Bir adam öldürdüler ve aralarında tartıştılar.” Roman zaten bir cinayete kurban giden ölünün anlatımıyla başlamaktadır. Bu alıntı romanın polisiye kurgusuna vurgu yapmaktadır.

“Körle gören bir olmaz.” Romanın bütüne yayılan eserin sanatsal damarını hissettirir.

“Doğu da Batı da Allah’ındır.” Romanda nakkaşların Frenk (Batı) ve Acem (Doğu) üslupları karşılaştırılmıştır. Bu alıntı romanın sanatsal kurgusuna resim üzerinden değinmektedir.

Bu üç alıntı okuyucuya eser başlamadan kurgunun kaç başlıkta ilerleyeceğini haber verir.

Bölümler bazen kavramlar, bazen kişiler bazen de hayvanlar veya nesneler (köpek, ağaç, para,...) tarafından anlatılarak teatral bir atmosfer oluşturuluyor. Bu anlatım aslında başka bakış açılarıyla romandaki durumların, olayların nasıl gözüktüğü merakını gideriyor. Bu durum Orhan Pamuk okuyucunun farklılığına göre romanı anlatım bakımından çok sesli yapmıştır. Birkaç çeşit okuyucuya ulaşılmıştır. Hatta anlatımlarının içinde okurun fikri de sorularla sorgulanırken, aslında okuyucu anlatımın içine katılmıştır. Anlatıcıların çokluğu renkli, çoğulcu ve masalsı bir ortam yaratıyor. Altı yıl gibi bir süreçte yazdığı Benim Adım Kırmızı’da Orhan Pamuk Yeni Hayat’ta olduğu gibi ilk bölüm başlığı ve bu bölümün ilk cümlesiyle sizi kitabın içine alıveriyor: “Şimdi bir ölüyüm ben, bir ceset, bir kuyunun dibinde.”. Kuyunun dibinde bir cesedin anında neler hissettiğini, neden orada olduğunu merak ediyorsunuz ve ceset bu merakınızı anlattıklarıyla gideriyor.

Benim Adım Kırmızı, Padişahın’ın gizlice yaptırdığı, içinde Frenk tarzı resimler içeren kitap yüzünden işlenen cinayetleri anlatan, bunun yanında on iki sene önce reddildiği halde bir erkeğin devam eden tutkulu aşk hikayesini de işleyen, Doğu-Batı çatışmasını nakkaşların, eserlerin dilinden de detaylı anlatan bir romandır. İç dünyalar, düşler, kabuslar, cinsellik, tarih, sanat, cinayet okuyucuya ancak bu kadar hayal ettirilebilir. Romanı okurken aynı anda olagelen üç kurgudan merakınızı gidermeye çalışıyorsunuz. Cinayet olayı ne durumda? Kara ile Şeküre’nin ilişkisinde bir değişiklik var mı? Nakkaşlar üslup ve sanatlarını icra etmek için neler yapıyorlar ve onların Doğu-Batı geçişindeki düşünceleri, itirazları, kabulleri neler? Bu birbirleriyle alakalı üç kurgusal döngüde kitabı okumaya devam ediyorsunuz. Kurgular yatay bir şekilde ilerliyor, düzlemsellik hissettiriyor. Özetlemek istersek, kitabın konusu şu şekildedir: Dönemin Padişahı, hicri takvimin 1000. Yılında Venedik Doç’una hediye etmek için Enişte Efendi’ye alemi Frenk sanat anlayışıyla yansıtan resimli bir kitap hazırlamasını emreder. Enişte Efendi Padişah’ın emri üzerine Zarif, Kelebek, Leylek, Zeytin takma adlı nakkaşları gizlice evine çağırarak bu kitabı bitirmeye çalışır. Ben Ölüyüm diye başlayan ilk bölümdeki ceset Zarif Efendi’ye aittir. Öldürülmüştür. Zarif Efendi, Frenk usulleriyle çizilen minyatürlerin dine aykırı olduğunu belirttiği, yolunu takip ettiği, bağnazlık içinde gösterilen ve etrafına korku salan Erzurumi Nusret Hoca’ya bunu söyleyeme ihtimali olduğunu hissettirdiği için öldürülür.

Enişte Efendi’nin Şeküre isminde evlenmiş, iki erkek çocuğa sahip, kocası birkaç senedir seferden dönmemiş bir kızı vardır. Şeküre değişken, kendi kararlarını alıp onları uygulayabilen, gizemli, çekici, duygu karmaşalarından net kararlarla çıkan ve bunlarla baş edebilen güçlü bir kadındır. Pamuk, kendisinin de Şeküre gibi kararsız olduğunu dile getirir (Oran, 1999: 12) ve “Şeküre’nin bir konuda karar veremeyen, kendi kararsızlıklarını sonra usta bir siyasete çeviren yanı var ya, o benim işte” (Akman, 1999: 9) der. Şeküre kendi içinde yaşadığı duygusal gelgitleri olmasına rağmen etrafını kontrol altına alabilmeyi çok iyi bilen ve tüm bunları lehine çeviren bir karakterdir. Enişte Efendi’nin eşinin yeğeninin ismi ise Kara’dır. Kara on iki sene önce aşık olduğu Şeküre tarafından reddedilince Doğu’ya gider, oralarda hattatlık işini sürdürür ve Zarif Efendi’nin öldürülmesi ile birlikte Enişte Efendi tarafından İstanbul’a çağrılır. Kara cinayet ile ilgili araştırmalara başlar. Bunu başarıya ulaştırdığında Şeküre’ye kavuşacağını hisseder. On iki yıllık süreçten sonra olgunlaşarak ve birikim sahibi olarak daha güçlü bir şekilde geriye dönmüştür. Bu arada Enişte Efendi de Zarif Efendi’yi öldüren kişi tarafından öldürülür. Şeküre tekrar kaynı Hasan’ın yanına dönmemek için Kara’dan bir an önce kendisiyle evlenmesini ister. Enişte Efendi’nin ölmesi, Şeküre’nin kaynı Hasan’ın Şeküre’yle evlenme isteği, Padişahın da başnakkaş Üstat Osman’la birlikte Kara’yı bu nakkaş cinayetini çözümlemesi için yaptığı baskı işleri karmaşıklaştırsa da katil bulunur. Bu arada Kara ile Şeküre ve Hasan ile Şeküre arasındaki mektupları getirip götüren eğlenceli, canlı bir Yahudi bohcacı Ester karakteri de vardır. Kendi dramını arka plana atıp, başkalarının hikayelerini canlı hale getiren bir karakterdir. Hasan ise Kara ile yarışan, Kara’ya engel teşkil eden bir karakter olarak romanda aşk çatışmasında gözükür. Romanda altı ve yedi yaşlarındaki Şeküre’nin oğulları olan Orhan ve Şevket Pamuk’un kendine hayatından romana kaydırdığı karakterlerdir. Romandaki Şeküre’ye Pamuk annesinin adını verirken bu iki çocuğa da kendisiyle ağabeyinin adlarını vermiştir. Aslında Pamuk bir nevi kendi çocukluğundan kalan bazı kareleri Osmanlı’nın o yıllarına taşımıştır. Şevket babasının yokluğundan ötürü güçlü, otoriter, kendini haklı bir karakter olarak gösterirken; Orhan daha zayıf, küçük ve insancıl düşünendir. Yani çok farklı karakterlerdir. Orhan abisinden Dayak yiyip annesine sığınan bir kardeştir. Pamuk, bu iki kardeşin dengesini romanda çok iyi kurar. Orhan’ın roman sonunda anlatıcı olduğunu anlayıp, Şevket’in de hiç konuştuğuna şahit olmayınca aradaki dengenin ne kadar iyi kurulduğunu hissederiz.     

 

Romanda nakkaşların gidip geldikleri bir de kahvehaneden söz edilir. Bu kahvede meddah nakkaşlarca da yapılan bir resmi yüksek bir yere asar ve onu dillendirir. Dillendirilen ağaç, at, köpek gibi varlıklar, ölüm, şeytan, kırmızı gibi kavramlar insanlar tarafından dinlenir. Tüm bu varlıklar ve kavramlar Padişah’ın istediği gizli kitapta yer alacaktır ve romanın aslında bazı bölümlerini birleştirmektedir. Şöyle bir durum da vardır. Enişte Efendi bu gizli minyatürü nakkaşlara yaptırırken onları tek tek eve çağırmış ve hiç bir nakkaş diğerinin yaptığı resmi görmemiştir. Orhan Pamuk da biz okuyucuya aynı durumu yaşatmıştır. Bu kavram ve varlıkları tek tek ayrı bölümlerde habersizce okumuş oluruz. Yazar okurda Enişte Efendi’nin resmettirdiği hikâye aslında okumakta olduğumuz romandır yanılsamasını yaratmıştır. Roman, Enişte’nin gizli minyatürlerinin öykülendirilmiş biçimidir.

Romanın merkezi nakış ve resimdir. Bunlara bağlı olarak boyut, perspektif, renk, derinlik de bol bol tartışılmıştır. Nakkaşlar arasında gerçekliğin nasıl anlaşıldığı ve ifade edildiği ve üslubun nasıl yansıtıldığı çok tartışılan konular olmuştur. Müslüman bir sanatkarın gerçeği nasıl algıladığı, ifade ettiği ve resimlediği, üslup sahibi olup olmayacağı hikayelerle anlatılmıştır. Doğu ile Batı’nın resim ve sanatı karşılaştırılmıştır. Batı için merkez insandır ve her şeye insanın seviyesinden, merkezinden bakar, yorumlar. Doğu ise gördüğünü değil baktığını resmeder, acizliğini, eksikliğini bile bile gördüğünü inancına göre yorumlayıp resmeder. Orhan Pamuk, Enişte’nin konuşmalarıyla “görmek”le “bakmak” fiilleri arasındaki farkı anlatır. Görmek anlık bir algı, bakmak ise sorgu, yorumdur. Enişte’ye göre bir gün Doğulular da aklın görmesinden çok gözün görmesine kayacaktır. Bir alemin sanatı bitecektir. Meddah tarafından konuşturulan Şeytan bile Frenk usullerini bir küfür olarak görür ve bu usullerin putperestliğe meylettirdiğini belirtir.

Bu arada nakkaşhanelerdeki alet ve malzemelerin, sultanın hazinesinin içinin betimlemeleri son derece detaylıdır. Padişahın hazinesinin içinde ne olduğu da merak uyandıran betimlemelerdendir. Yaşanılan evlerin içleri, dışardan izlenen İstanbul’un görünümü, on iki yılda bile değişen İstanbul’un eskiye göre farklılıkları detaylı anlatılmıştır.

 

Romanda Divan Çavuşu (bir nevi diplomat) olan Enişte Efendi, Avrupa’yı gezmiş, gelişmeleri takip etmiş, geleneksel nakşın savunucusu, Doğu’yu temsil eden, muhafazakar başnakkaş Üstat Osman’la karşı karşıya getirilmiştir ve Batılılığın, yenilikçiliğin tarafındadır.

Romanda üst anlatıcı durumundaki meddah, dönemin sosyal, siyasi, ekonomik durumlarına nesneler, varlıkların resimleri üzerinden değinir. Romanın sonunda Erzurumlu Nusret Hoca’nın müritleri tarafından da öldürülür.

 

Orhan Pamuk’un roman içinde anakronizmlerine de rastlanmıştır. Anakronizme herhangi bir olay ya da varlığın içinde bulunduğu zaman dilimi ile kronolojik açıdan uyumsuz olması durumudur. Şeküre’nin feminist düşüncelerinin olması feminizm akımını o yüzyıldaki bir kadın beyninde canlandırmıştır.  Erzurumî Nusret Hoca’nın ortaya çıkan tüm kötülüklerin Kuran’ı Kerim’den uzaklaşmayla ilgili olduğunu açıklaması bugünü de vurgulayan Mahalle Baskı’sına bir göndermedir. Meddahın köpek resmi üzerinden köpeğe söylettirdiği “Frenk gâvurlarının ülkesinde zaten her köpeğin bir sahibi varmış. Zavallı köpekler boyunlarında zincir, en sefil köleler gibi zincirlenmiş olarak tek tek sürüklene sürüklene sokaklarda gezdirilirlermiş” ifadesi bir anakronizmdir. O dönemde Avrupa’da köpek besleme alışkanlığı yoktur, köpekler sadece avlanırlar.

 

Orhan Pamuk’un Benim Adım Kırmızı adlı eserinin renkliliği, çok sesliliği, araştırma derinliği, heyecanlı ve merak uyandıran kurgusu, gerçekliliği, kurgusunun renklerle, resimlerle öykülendirilip Kuran-ı Kerim’den alınan üç alıntıyla hissettirilmesi bu romana hayran olmamızı kolaylaştırıyor. Orhan Pamuk’a bu eseri bize okutturabildiğinden dolayı teşekkür etmekten başka yapacak birşey kalmıyor.

Bu romanıyla ilgili araştırma yaparken bir de Orhan Pamuk’un bir röportajına rastladım. Okumak isterseniz ilgili linki sizinle de paylaşmak isterim: http://earsiv.sehir.edu.tr:8080/xmlui/bitstream/handle/11498/37172/001520113006.pdf?sequence=1

 

Bu romanla ilgili blog yazımı bu romandan yaptığım bazı alıntılarla bitirmek istiyorum.

 

.... insanların yüzlerine baktıkça görüyorum ki ellerine daha cinayet işleme fırsatı geçirmemiş oldukları için pek çok kişi masum zannediyor kendini.

 

Sanatta hayal kırıklığına uğramak istemiyorsan eğer, sakın onu mesleğin olarak görme. Ne kadar hünerin ve yeteneğin olursa olsun parayı ve iktidarı başka yerlerde ara ki, hüner ve emeğinin karşılığını alamayınca sanata küsmeyesin.

 

Bir sevdikleri ölen insanların, kendi tecrübemden bildiğim bir huyları, evlerinde geri kalan her şeyin eskisi gibi sürmekte olduğuna bakıp teselli bulmaları ve perdelerin, örtülerin, gün ışığının her zamanki gibi gözükmesine kanıp, Azrail’in sevdikleri insanı çoktan alıp götürdüğüne zaman zaman inanmamalarıdır.

 

Yüreğimin ne dediğini anlayamadığım için mutsuzum ben.

 

Bir mektup, diyeceğini yalnız yazıyla demez. Mektup, tıpkı kitap gibi koklayarak, dokunarak, elleyerek de okunur. Bu yüzden akıllı olanlar, oku bakalım, mektup ne diyor derler. Aptallar ise oku bakalım, ne yazıyor derler. Hüner yalnız yazıyı değil, mektubun tümünü okumakta.

 

Çocukluğunda yediği dayakların altında kalıp ezilenler, onlar hep ezik kalırlar.

 

Kimse kimseye güvenmiyor, her an karşısındakinden bir alçaklık bekliyor herkes.

 

Kendini korumak için aklını sürekli çalıştıran benim gibi birinin mantığıyla değil, mantıksızlığıyla anlaşılacak bir şey olmalı aşk.

 

İçinizde kalbinize nakşeylediğiniz bir sevgilinin yüzü yaşıyorsa eğer, dünya hala sizin evinizdir.

 

Zeytin yağında kızarmış kırmızı biberin kokusunu, şafak vakti durgun denize yağan yağmurları, açık pencerenin kenarında bir an bir kadının belirişini, sessizlikleri, düşünmeyi ve sabrı severim. Kendime inanırım ve çoğu zaman benim hakkımda söylenenlere aldırmam.

 

Saf kalmak isteyenin yapacağı bir şey ve kaçacağı bir yer vardır her zaman.

 

Biz Ademoğulları, vicdanımız ve aklımızla bir şeyin çirkin ve yanlış olduğunu bilmemize rağmen o şeyden çok zevk de alabiliriz.

 

Aradığın şeyi yüreğinle arıyorsun. Oysa aklınla karar vermen gerekir.

 

Sarılmasını bilen adam iyi adamdır.

 

Hayal kurmazsan zaman hiç geçmez.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Benim Adım Kırmızı / Orhan Pamuk

Benim Adım Kırmızı 1591 yılında, İstanbul’un on karlı kış gününde, Atmeydanı, Bayezid, Edirnekapı, Cibali gibi İstanbul merkezlerinde geçe...